https://figenbegen.com/en 959 0 0

ANTWERPEN – MAASTRICHT

İngilizce – Antwerp, Flemenkçe – Antwerpen, Fransızca – Anvers. Bir şehir hem sanat, hem tarih, hem coğrafî konum bakımından önemli olunca, paylaşılamazmış gibi, her ülke kendi dilinde isim veriyor. Türkiye’de genelde Anvers adıyla tanınıyor. Aslında Belçika’da sade, sakin bir liman kenti olarak bilinen şehir, Avrupa’nın en eski kentlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Dünyanın dördüncü, Avrupa’nın ikinci büyük limanına yanaşan gemiler, kentin içinden geçen, Schelde nehri sayesinde, ta şehrin içlerine kadar ulaşırlar. Nüfusu hemen hemen 475 bin kadar olan şehir, turistlerin akınıyla, haftasonları ve tatillerde bu sayıyı neredeyse ikiye katlar. Eğer, ki; en iyi yöntemdir, trenle giderseniz, muhteşem Gar’ı, trenden iner inmez sizi tarihle kucaklatır. Eski gara ilaveten yapılan yeni, modern,  konserve misali kat kat raylar, gelip son durağa varan trenlerin, üst üste dizilmiş görüntüleriyle, sizi alıp çocukluğunuza götürür. Hele bir de içindeyseniz o trenin, karşı perona gelen vagon dizisi size adeta oyuncaklar dünyasına taşır. Tarih, romantizm, sanat, herşey içiçe bu kentte. Rubens’in evi artık müze olarak hizmet veriyor. O muhteşem binanın yanısıra; şehre kollarını açarak, koruma hissi veren güzelim Katedral ” Vrouwekatedral ( Bayanlar Katedrali), Grotte Markt (Büyük Çarşı ), ortasında bulunan Loncalar Evi, Şehir Konağı, şehrin hemen dış kıyısındaki, Het Steen Şatosu, nehir kıyısında kilometrelerce yer alan, hala kullanılmakta olan, üstü kapalı balıkçı Pazar yeri. Pazar yerinin neresi özeldir ki, ama buranın üzerini kaplayan üçgen şekilli ahşap çatının kenarları adeta dantel gibi işlenmiş, gök maviye boyanmış, 500 metre boyunca, nehre paralel, akıp gidiyor. Saymakla bitmez güzellikte yüzlerce yapıdan bir kısmı bunlar. İlk gidiş için en akıllıca seçim, 6 ‘verip şehri boydan boya gezdiren trene binmek. Hele bir de yağmur varsa, doyumsuz oluyor. Tavana tıkır tıkır vuran damlalar, size huzur, dinlenme, sakinlik veriyor. Aslınsa, sanatsal değil de, turistik bakarsanız, tren istasyonundan çıkar çıkmaz, anacaddenin sağından itibaren pırlanta mağazaları ve kuyumcular karşılıyor sizi. Türk kuyumcular oralardan getirttikleri pırlantalarla övünürler, size satış yaparken. İlgiliyseniz, zarif montürler dikkatinizi çekebilir. Montürlerin zerafeti, Musevilerin 1800 lerde Portekiz’i terkederek, Anvers’e gelip yerleşerek, zanaatlarını burada icra etmeye başladıkları günden beri sürüyor. Dünyanın ilk ve en önde geleni olmak, ününü kimseye kaptırmamak için, elinden geleni yapıyor torunlar da.Anvers’in biz sanatçıları ilgilendiren esas önemli tarafı, tabii ki Flemenk asıllı, Barok dönemin en önemli ressamı, Peter Paul Rubens. Reform karşıtı resimleri, peyzajları ve mitolojik tablolarıyla ünlüdür sanatçı. Klasik rönesans hümanizmi ile eğitim gören sanatçı, hem sanat koleksiyoneri, hem de İspanya ve İngiltere kralları tarafından kendisine verilen ünvanla ” Şövalye” olan bir diplomattırdır da. Anvers’te Avrupa’nın o devirde en önde gelen soylularına ve koleksiyonerlerine de resim üretmiştir. Kendisi, Michelangelo, Titian, Caravaggio, Pieter Brueghel’den etkilenirken; Antoine Watteau ve Eugéne Delacroix’yı da etkilemiştir. Üstte bahsettiğim, Bayanlar Katedrali’nde, 1610 yılında başlayıp bir yıllık bir çalışmayla bitirdiği, ” Haç” ın Kaldırılışı” ve daha sonraki birkaç yıl içinde tamamladığı,  ” Haç” tan İndiriliş” tabloları bulunmaktadır. Bu tabloların yapımından az önce, 1610’da Anvers’e taşınmış ve 30 Mayıs 1640’ta 62 yaşında ölene dek burada kalmıştır. Şehirde yaşadığı sürede ürettiği, Davet Evi ( Banqueting House) ve Inigo Jones’un Beyaz Sarayı’nın ((Inigo Jones’s Palace of Whitehall ) tavan resimleri görülmeye değerdir. Hollanda Ekolünde gördüğümüz, tipik kermes ve yerel halk tiplemeleri, ilk kez Rubens tarafından işlenmiştir. Renkler son derece romantik, ışık-gölge oldukça etkili, derinlik, kendisinden sonra gelen tüm sanatçılara ışık tutacak kadar zengindir. Yolunuz düşerse, mutlaka müzeye çevrilen evini ve şehre armağan ettiklerini görünüz. Bu hafta, sizlere ikinci olarak, hazır Güney Hollanda’yı tanıtmaya başlamışken, Maastricht’ten de birazcık bahsetmek istiyorum.Limburg bölgesinin merkezi olan şehir, 120 bin nüfusuyla Hollanda’nın Nijmegen kentiyle birlikte en eski iki şehri olma özelliğini taşıyor. Hollanda’nın en eski köprüsü, Sint Servaasbrug köprüsü de bu şehirde. Hal böyle olunca da, değil anlatmak, öyle bir kez görmek bile yetmiyor. Bir kere üniversitesi dünya çapında ünlü. Üniversite binaları, her biri ayrı ayrı, tarihî eser olup, şehir sokaklarına serpiştirilmiş görüntüleriyle, önlerinden geçen herkeste, hiç düşünmeden hemen yeniden okullu olma isteği uyandırıyor adeta. Her beğeniye göre de bölüm var; Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi, Ekonomi ve Finans Fakültesi, Hukuk Fakültesi, İnsan Kaynalkları Fakültesi, Tıp Fakültesi…Liste böyle, fakültelerin kendi içlerinde bölünmeleriyle uzayıp gidiyor. Şehir, o kadar sevimli, o kadar eski, o kadar antik ki; tam bir gün bile gezip görmeye, duyduklarınızı kendinize ispatlamaya yetmiyor. Bir kere, Avrupa Mutfak Sanat Merkezi titrini kimseye kaptırmaya niyeti yok. Ayrıca, Avrupa’nın En Küçük Metropolü özelliği de var. Aşçılar performans düşüklüğü yaşamasınlar diye, öğleden sonra 15:00- 19:00 arası mutlaka kapatıyorlar restoranlarını. Öğle ve akşam yemekleri için neredeyse tüm dekor değişiyor. Kolalı, ütülü masa örtülerinden tutun, mumlar, tabaklar, kaşık- çatal ve kadehler bile farklı her iki serviste. Menüler de farkıllaşıyor her iki öğün için farklı yemekler hazırlanıyor. Yemeklerin rengine göre de servis takımları. Bazı kafe ve restoranlar öğle yemeğinden sonra, kapatmak yerine, farklı faaliyetler sunuyorlar. Örneğin; içki ve çerez eşliğinde canlı canlı caz, ya da çocuklara pasta ” yemek kursu ve hazırlananların ailelerle birlikte yenmesi. Ya da çokta uzakta olmayan denizden getirilen istiridyelerin mezatı. Hep bir hareket, hep bir atraksiyorn. Yağmura, kapalı havaya inat edercesine. Çukulata fabrikaları da şehir girişinde sizi kokularıyla karşılarken, nerede, nasıl bulup tadına bakabilirim diye başlıyor ağzınızın suyunu akıtmaya. Ama, çok aramanıza gerek yok inanın. Birkaç küçük merkezde en az bir-iki adet sıcak çukulata ve pasta satan yer bulabilirsiniz. Şansınız varsa, otuarcak yer bile bulabilirsiniz eğer zamanlamanız doğruysa. Alkollü ve alkolsüz olmak üzere tam 60 çeşit sıcak çukulata sizi bekliyor kaşıklarda. Evet, çukulataları sıcak sütte eritmek üzere ahşap kaşıklara sarıp dondurmuşlar, vanilyalıdan-bademliye, bitterden-hindistancevizliye, çilekliden-muzluya kadar. Alkollüleri saymak imkansız, aklınıza gelen her türlü likör ve sert içki deyip geçelim. Zaten Limburg pastalarıyla çok ünlü, bizim sütlaca benzer bir dolgu malzemesini tart hamuruna döküp, fırınlayıp, üzerine çukulata ve şanti ile servis ediyorlar. Adı da, Rijstevlai. Enfes bir tat. Bu kadar ağız sulandırdıktan sonra, asıl gezi amacımız olan, sanat kısmına geçelim işin. Maasricht her yıl tertiplenen, dünyanın en büyük mezat evleri ve galerilerinin katıldıkları ” Uluslararası Sanat ve Antika Fuarı” ile binlerce turisti çekiyor şehre. Mart ayında tertiplendiğinden, hava şartlarından dolayı fuar merkezi, kapalı bahçe haline getiriliyor, her yer lale tarlasına dönüştürülüyor. Sanki lale fuarı. Rengarenk çiçekler, mis gibi kokular karşılıyor sizi kapıda ve her standa geçtikçe, çiçeklerin renkleri, cinsleri ve kokuları da değişiyor. Siz yürüdükçe, etrafa mis gibi kokular saçılıyor adeta üzerinizden. Zerafet, fondan yayılan müzik, sanat eseri görünümündeki pastalar, son derece şık bakımlı insanların görüntüsü, kendinizi 120 bin nüfuslu, 60 km karelik küçücük bir şehirde değil de dünyanın en büyük metropolünde hissetmenize sebep oluyor. Fuar alanından çıkar çıkmaz, esen rüzgarın etkisiyle, antikalıklarından dolayı, gıcırdayarak dönen değirmenlerin sesi karşılıyor sizi. Tipik Hollanda, her şehir kendine özgü de olsa, lale, değirmen, bira, çukulata gibi olmazsa olmazlarıyla bütünleşiveriyorlar. Sanatı zevk haline getirip, önce çocuklardan başlayıp, her dalda onlara öncelik verip, yaşantılarını sanatla bir bütün halinde sürdürüyorlar. Yaptıkları işten, yaşam tarzlarından memnun, her işin başının eğitim olduğnun farkındalığıyla. Eserlerine sahip çıkıyor, hayatı seviyor, size de zorla sevdiriyorlar. Birkaç günlük gezi de olsa, sizi mutlu etmeyi biliyorlar.

PREVIOUSNEXT
0 Comments
+ LEAVE A REPLY

CLOSE