https://figenbegen.com/en 959 0 0

PARİs' TEN SELAMLAR

Zaman su gibi akıp, Art Shopping 2012 geldi çattı. Size bu Uluslararası Fuar’dan söz etmek istiyorum biraz. Bu yıl 11.  gerçekleştirilen fuara, ben, üyesi olduğum Fransız Serbest Sanatçılar derneği tarafından davet edildim. Türkiye tek eserle, ilk kez temsil edilmiş oluyor böylece. 450 sanatçının 5000 e yakın eseriyle katıldığı fuar Louvre Müzesi bünyesinde bulunan, ” Caroussel du Louvre” salonlarında yer alıyor. Sadece üç gün süren fuara, ilk gün sadece sanatçılar, basın ve koleksiyonerler davetli. Diğer iki gün boyunca halka açık. Akşam 8 e kadar açık kalan fuara, ilgiden, izdihamdan girmek bir mesele. Biz sanatçılara serbest giriş çıkış için, özel olarak hazırlanan bilezikler takıldı, ben de misafirlerimi karşılayıp geçirebilmek için sık sık dışarı çıkıp, tekrar girmek zorunda kaldığımdan, gireni çı kanı, izdihamı bizzat izledim. Haftasonunu, ailesiyle böyle yerlerde geçirmeye, çocuklarını sanatla büyütmeye bayılıyor Fransızlar. Hangi müzenin önüne gitseniz kilometrelerce kuyruk. Bir kereyle de yetinmezler, defalarca, bir kez aileleriyle, diğer kez arkadaşlarıyla gezerler. Bilet parasına kıyarlar, elbise, takı alırken daha cimri davranırlar. Tam tersi bizim ülkenin açıkçası. Onlar bilgi, görgüleriyle övünür, bizimkiler marka giysileriyle. Uçurumlar büyüyor gittikçe, biz tüketici Amerijkan toplumu olmaya devam ettikçe. Devlet te üzerine düşeni fazlasıyla yapmış burada, her ayın ilk Pazar günü bedava açmış müzelerin kapılarını halka. Öyle Türkiye’de az bir kalabalık görünce” bedava birşey mi dağıtıyorlar acaba? ” sorusunun cevabı burada, sanatın beşiği Paris” te, ne mutlu ki; ” Sanat Dağıtıyorlar.” Bu toplumlara eser sergilemek  güzel.Umuyorum önümüzdeki yıl daha büyük bir standta yer alabilirim. Daha çok eser sergileyebilirim. Ekonomik endişelerimden dolayı, her katıldığım sergide, hez zaman temkinli davranmayı yeğliyorum. Maddi desteği hiç olmayan sanatçılar anlayacaklardır. Ben ümidimi hiç kaybetmedim, biliyorum, inanıyorum ki bir gün gelecek ben de istediğim kadar stand alıp, istediğim kadar eser getirebileceğim, belki de kargo ile kolaylıklarla yollayabileceğim. Geçen yıl, güney Fransa’ya eser yollarken, yaşadığım bir problem neredeyse yıldırıyordu beni, bir daha büyük eserlerle büyük işler yapmaya , ama ne yapayım ki, mantığım hayır desede içim durmuyor, elimde olmadan buluveriyorum kendimi bu ortamlarda. Ne yapıp yapıp motive ediyorlar sizi.Biz Türkiye’de, kendimize basit bir katalog için bile, sponsor bulamazken bu insanlar, böyle organizasyonlara ve biz sanatçılara her konuda destek olabilmek için, adeta yarışıyorlar. İsimlerinin yazılacak olması davetiyelerde ve bilbordlarda yetiyor onlara. Üstüne üstlük taşıyamayacağımız ağırlıklarda resim malzemeleri veriyorlar, dünyaca ünlü boya firmaları. Onlar bununla gurur duyuyorlar, bizimkiler de sanatçının vize sorununu bile çözememekle. Sanatçı olduğumuz bir ülkede alkışlanmak bir yana, malzeme bile bulamayacağız yakında. İthalatını yasaklayacaklar, üretim zaten hak getire. Allah yardımcımız olsun. Bu kadar kasvet yeter diyorum, size ikinci vatanım olduğunu buradan duyurduğum, Paris’ten bahsetmek istiyorum biraz da. Ayaklarıma nasır tutturan, karşıdan karşıya geçmek bile beş dakika süren, kocaman bulvarlardan, devasa dükkanlardan değil; bu mevsimde, ya sadece Avrupalı turistlerin olduğu, ya da sadece Fransızların, Paris’lilerin Paris’inden bahsedeceğim. Sabahın beşinde sabunlu suyla yıkandığından mis kokan sokaklarından, restoranının  camlarını her sabah özenle kendisi silmekten gocunmayan aşçıdan, gece dokuza kadar taptaze, mis kokulu baget üretmeye devam eden Eric Kaiser’den, 1. Bölgenin can damarı, en kaliteli, yiyecekleri en ucuza bulabileceğiniz, turistlerin pek tanımadığı, azıcık bohem, kasabıyla, balıkçısıyla, fırınlarıyla, çiçekçileriyle, manavlarıyla ünlü Rue Montorgueil’den, krep kokan köşelerinden, masum masum dilenirken kitap okuyan evsizlerden, her saat başı çanlarını çalmayı hiç ihmal etmeyen irili ufaklı kiliselerinden, antika pazarına davetiye dağıtan, pusetindeki bebesine, müzelerde, tabloların önünde açıklama yapan ana- babalardan bahsedeceğim.   Sonbahar kızılıyla, tabasıyla, alizariniyle, ocre sarısıyla, turuncusuyla giydirmiş tüm ağaçları. Manzara doyumsuz, hava ılık bir sonbahar akşamı gibi, yağmur yağmakla yağmamak arası kararsızlık yaşarken, uçuşan damlalar kıyamıyor ıslatmaya yüzünüzü. Uzaklarda bir yerlerde akordeon, keman birbirine karışıyor ister istemez. Chatelet metrosunda Rus sanatçılar hala, Kızılordu’nun marşlarını stilize edip, çoşturuyor etrafı. Meyve satıcıları dizilmiş sıra sıra, sonbaharın en güzel tatlarını sunuyorlar metro çıkışlarında, bağırmadan, gülümseyerek, tattırarak. Meyvalar da renklerini değiştirip iyice yaklaşmışlar sonbahara. Tatları daha bir buruk üzümlerin, üşümeye hazırlanırcasına büzülmeye başlamışlar, şimdiden.Mevsim değişiyor, sokağa çıkmak zorlaşıyor diye birşey yok buralarda, sokağa çıkılmazsa, sokaktakiler ayağınıza geliyor. Bakın nasıl? Sabah TV de, bir beyefendi haberlerden sonra yayınlanan kısa anonslarda duyuru yapıyor, yaptıklarını duyunca siz de şaşıracaksınız eminim, daha iyisini duymadıysanız eğer. Adamcağız, eski bir film yönetmeni, emekli olmuş, ama bence asıl işine yeni başlamış. Emekli ikramiyesiyle hemen bir TIR almış kendine, içini de sinema salonu haline getirmiş, kırmızı koltuklar, anfi olarak dizilmiş salona, önde kocaman bir perde, arka tarafta gişe, bir yandan bilet kesiyor bir yandan program dağıtıyor. Bu kararı aldığında yazmış devletine, onlar da açmışlar tüm kapıları, her ücra köyün, genelde kilise önü olan büyük meydanları tahsis edilmiş kendisine, geliyor aracıyla, demir bariyerleri taşıyor, TIR ını parkediyor, salonu açıyor, biletleri hazırlıyor, başlıyor seyircilerini beklemeye. Filmlerin duyuruları önceden, genelde Pazar ayininde ya da belediyenin aylık bültenlerinde duyuruluyormuş. Halk önceden haberli, bekliyorlar sinemalarının ayaklarına gelmesini. Tekerlekli sandalyeleriyle gelen yaşlılardan tutun, onların sandalyelerini gülümseyerek iten gençlere kadar, herkes son derece mutlu. Adamcağız bir taşla iki kuş vurduğunu söylediğinde, hak verdim kendisine. Çünkü ulaştığı köyler, öyle herkesin her istediği anda hemen gidebileceği türden yerler değil. Alplerin tepesinde, ya da kayalık, trenin bile ulaşamadığı, azınlık bir halkın, çiftçinin, hayvancılık yapanın yaşadığı dağ köyleri. O, hem hizmet verdiğini, hem de ülkesinin en ücra köşelerini ziyaret etme fırsatı bulduğunu söylerken çok haklıydı. Köyler tablo kadar güzel, insanlar hayal edilemeyecek kadar meraklıydılar, sanata, vizyondaki filmlere. Yönetmen de TIR ını temizlemekten, salonunu hazırlamaktan, koltuklara broşür dağıtmaktan, kamerayı hazırlamaktan resmen zevk alıyor, bir yandan da yöresel tatların, peynirlerin, şarapların, ekmeklerin tadını çıkarıyor doyasıya. Geceyi her defasında farklı bir köylünün evinde geçiriyor, ertesi gün yolluk verilerek uğurlanıyor. Bir dahaki sefere hangi filmlerin oynayacağı hakkında açıklama da yapmayı ihmal etmiyor. Yakında bir belgesel hazırlarsa şaşmamak gerek, bu kadar bilgi ve donanımla. İşte her defasında bilinen şeyleri yeniden yaşayıp, şehrin beni sarmalamasına izin vermek ve yeni yeni şeyler öğrenmek, şaşırmak, çok mutlu ediyor beni. Kaldığım evin altından geçen metro, artık sesiyle uyandırmıyor beni, aksine gülmsetiyor, doğru yerdeyim, evdeyim. Sanki dün ayrılmış gibi herşey taptaze, yerinde; eksik olan, kıpırdayıp, gidip gidip gelen, benim sadece. Kazınan güzellikler insanı bir başka etkileyip olgunlaştırıyor. Alıştığınız şeyleri yapmak kendinizi iyi hissettiriyor. Öğle yemeğinde, burnumun sayesinde yeni keşfettiğim bir Bourgogne restoranında içtiğim, soğan çorbasının tadı hala damağımda. Yan masada, çocuklarına yemeklerin tadını hissettirerek yemeği öğreten çiftin davranışları, küçük kız masama çarptığında istemeden, o şiirsi lisanla özür diletişi annenin kulağımda hala. Etkilenmemek, görmezden gelmek, tekrar gelmemek olanaksız; nefes almamak, yaşamamak gibi.

PREVIOUSNEXT
0 Comments
+ LEAVE A REPLY

CLOSE