SANAT AŞKTIR
İnsan sahip olduğu değerlerin kıymetini, onlar elinin altından kayıp gitmeden bilmelidir.
Yeteneklerini, algısını, izlenimlerini, meziyetlerini, hatalarını, bilgilerini, sevdiklerini, belleğini, hayattan ne beklediğini.
Kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz.
Yolları katederken de ne kadar inançlıyız; kendimize, bizi yaratana.
Sizlerle bu sanat ortamında buluşmam teklifi Sayın Mehmet Kurt tarafından geldiğinde, ilk aklıma gelen önce sizlere kendimi anlatmak, tanıtmaktı. Bu tanıtım biraz farklı olsun, beni bir de benim tanıdığım gibi tanıyın, bana benim gözümle bakın istedim; ki donanımlarımı daha kolay, daha etkili paylaşabilelim.
Çocukluğumda beni en çok etkileyen, daha doğrusu hayatımda kitap olarak elimle dokunduğum ilk kitap Mevlâna Celaleddinî Rumînin çocuk diline uyarlanmış “ Menevî ” si idi. Hiç unutmam mor kaplı, üzerinde Hz. Mevlân ‘nın temsîli bir resmi olan, 1,5-2 cm kalınlığında, annemin elleri gibi, mis kokan bir kitaptı. Çünkü annem, işi bittiğinde hemen ellerini o çok kıymetli kokulu sabunuyla yıkar ve tam da öğle saati, sokaktaki yaz sıcağından beni korumak, hem de birşeyler öğrenmemi sağlamak için, masal değil de sıklıkla Mesnevi ‘yi okurdu bana. Bazı cümlelerin üstüne basa basa, arada bir de tepkimi, ilgimi kontrol ederek. Masaldan zaten birşeyler öğrenip, ders alıyorsun, onları her zaman her yerde bulup okursun, arkadaşlarınla da, okulda da, zaten birileri mutlaka anlatır da, ama Mesnevi aklına bile gelmez, bu daha farklı, belki biraz daha ağır masala göre, ama bak ben okudukça kendimi buldum, onu çok sevdim, mutlu oldum. Sen de kendini kendinde bul ‘deyip, devam ederdi habire okumaya. Başlarda anlam veremedim neden bu kitap. Ama o sanki özel günlerde beni ödüllendiricesine onu elinden düşürmez oldu. E ben de diğer çocuklardan farklı olmak adına bir başka bakar oldum kendime, çevremdekilere. Sabrım, hoşgörüm, merhametim arttı sanki. Kıskançlıklarım bitti sahip olamadıklarıma, elimdekiyle mutlu oldum. Başım dimdik, ‘ e ben bilirim, farklı şeyler öğreniyorum ‘ edasıyla salınırdım okul bahçesinde.
Annemin diktiklerini, ördüklerini giydikçe daha bir faklı oldum; evden kurabiye götürünce okula, kantinden bakkaldan birşeyler almak yerine, daha bir faklı doyar oldum. Dört gün aynı kurabiye gitse de yanımda hergün lezzeti farklı geldi, bir gün çukulatalı, birgün portakallı, birgün pastane kokulu gibiydi. “ Alalım ” yerine ‘ sen de bana yapar mısın ? ‘ oldu cümleler. Galiba onun sevgi dolu bir elden çıkmasındaydı tadı, içine konanda değil. Bir de ben; galiba istediğim tadı hayal gücümle koyuyordum her lokmaya. Mutluydum, doygundum, sağlıklıydım, başarılıydım. Benden beklenenleri aileme, öğretmenime, çevreme vermek, yararlı olmak, zor gelmiyordu artık.
Bu arada beş yaşıma basmıştım ve bir kardeşim olacaktı. Beni de diğer çocuklar gibi zannettiklerinden ‘aman kıskanmasın deyip sevgili babacığım okuma yazma derslerine başladı benimle. O zamanlar bankaların hediye ettikleri küçük cep defterleri vardı. Bilse ben aldıkları kalemlerle koltuğun arkasında ne harikalar yaratmıştım çoktan; anneme kızdım, söyleyemiyorum, çiz gitsin, mutluyum, çok beğendiğim bir ayakkabı alındı ; amaaan ben olsam böyle model yapardım çiz gitsin. Üçlü koltuğun arkasındaki duvar biter mi . Bunlar camdaki buğudan sonraki hatırlayabildiğim ilk eserlerim. Ha bir de hep babam var çoğu desende, anacım eğitecek diye, disiplini elden bırakmadıkça günah keçisi olmuştu zavallıcık.
O gün bugündür, öfkemi kızgınıklarımı kalemimden alır oldum, mektuplar yazıyorum gerektikçe; hiç yollanmayan. Ama; sıkıntılı , stresli oldum mu bilirim ki birşeyler geliyor taaa derinlerden, hemen çizerim. Kaleme kuvvet, defterler dolar desenlerimle. Döner döner tekrar bakarım onlara ne diyorlar bana diye. İyiler mi, hoşlar mı, bir istekleri eksikleri ya da arzuları var mı . Eğer tamamlarsa işte o zaman içimdeki doygunluk bir başkadır. İstediğimi elde etmişliğin hazzıyla bir daha, bir daha bakarım onlara. Bir kısmı web sayfamda görücüye çıktı bile.
İş tablo yaratmaya gelince bambaşka oluyor. Hiçbir zaman o desenlere bağlı kalamıyorum ben. Çünkü çizginin naifliği fırçada kaybolup bambaşka bir boyuta geçiyor. Orada artık renkler hakim, ışık gölge başrolde kendilerini seyirci önüne sunan birer artistler sanki. Akrilik, yağlıboya ya da suluboya hepsi için geçerli bu. Fransızların bana “ renk cambazı demeleri de bu yüzden; kendimi kaybediyorum onlarla palet üzerinde dansederken. Bir de istediğim şekilde tuvalime taşıyabilirsem onları, işte; haz bu, keyif bu.
İşin en zoru; boş tuvalin karşısına geçtiğimde; bitmiş olan tabloyu orada o beyaz boşlukta görmektir benim için sanatçı olmak. Yoksa başkalarının yarattıklarına hayranlıkla “ ben de bundan yapmalıyım ” değil. Tabii ki; ustaları kopyalayarak öğreneceğiz bilgileri, doğruları, ama onları kendimize saklayıp, ustanın hakkını verip, yapılan işin kopya olduğunu belirteceğiz. Esinlenmek bir yere kadar. Herkes ressam olabilir, çünkü öğrenebilir. Eli kalem tutan herkese iddia ediyorum, resim yaptırabilirim. Ama SANATÇI yapamam onu. Sanatçı doğulur olunmaz. Her sanat dalı için bu böyledir.
Ben etkisini hala tâ derinlerde duyarak Mevlâna ‘ nın devam ediyorum yoluma, kuş gibi, semazen gibi, neyzen gibi…
Kendi yolunda ilerleyen herkese kolaylıklar diliyorum.
Sanat çoşkunuz hiç eksilmesin.