EMPATİ
Ben neyin resmini yaparsam, neyi boyarsam, neyi pişirirsem, ne yoğurursam ” O” oluyorum. Resim yaparken; bazen Semazen, bazen at, bazen çiçek, bazen bardak, zaman zaman da içinde kaybolduğum bir abstre. Ya da canlı model çiziyor olayım akademide, sonuç ve gidilen yol hep aynı benim için. Ben buna ” empati” diyorum. Bu, bana, sadece resim yaparken değil, her işi yaparken oluyor. Örneğin; tencerede çıtırdayan soğan, hamurda ezilen yağ, bıçağın altında doğranan sebze olsun, farketmiyor. Sebzeleri doğrarken ” çıt” sesinden etkilenip, çocukluğum geliyor aklıma. Bu yüzden çiçek bile koparamam kolay kolay dalından. Beş- altı yaşlarımda, anneanne ve dedemle kalırdım, Halil Rıfat Paşa’daki müstakil evlerinde. Ön cephede tek katlı, arka cephede, yamaçta olduğundan, üç katlı olan bu evin arka bahçesinde çeşitli meyve ağaçları, sağ köşede ufak bir kümes, ortada da çilek, taze soğan gibi mevsim meyve ve sebzelerinin bulunduğu tarhlar vardı. Ön bahçede dut ağacı ve semtin olmazsa olmazlarından çam ağacı. Hiç unutmam anneannem, dolmuştan ineceğimiz zaman şoföre:” Çam ağacının önünde duruver evladım” derdi. Öyle, durak olacak kadar işaret olmuş, öyle uluydu bu ağaç. Arka bahçedeki kayısı ağacı da onun yaşındaydı aşağı yukarı. Her yaz meyve verinceye kadar sabırsızlanır, olmamış kayısıları koparmak için ağaca çıkardım, sonra da düşer, yaralarımın iyileşmesini beklerdim. Bir sabah, kayısıları tekrar kontrol etmek için ağaca tırmanacak oldum, dedem:” Aman yavrum dikkat et, daha olmamışlar galiba, yakma canlarını, kendini koyvermez şimdi onlar, çekiştirirsin canları yanar ” dedi. Bunu ve dut toplamak için ağaca çıktığımda söylediklerini asla unutmadım. Dut oldum, olgunlaşıp ağzıma düşmelerini bekledim, kayısı oldum, sararıp tatlanmalarını bekledim. Yere düşenleri toplayıp, üfleyip, tepsiye doldurdum, marmelat olmalarını bekledim. O zamanlarda, kurban bayramı için evlere kuzu alınıp, beslenir, bayram sabahı da kesilirdi. Bu artık haddini aşmıştı bende, besle, gezdir, sonra kesilişini izle, o gün bugündür ağzıma et koymam, vejeterjanlık diyorlar ama bunu gerçek adı ” merhamet” galiba benim lisanımda. Diyeceğim; empatinin bu kadarı da fazla belki ama, şimdi, eğer olabildiysem ” sanatçı” olarak, empati kurmadan resim yapamıyor, süjeyi mutlaka tuvalimde boşken görmeye çalışıyorum. O zaman kendime daha çok inanıyor, daha doğru, daha duygulu resimler yapıyorum. Ben kendime inanıyorum, gerisi boş. Bu ülkede ve dünyada, galiba öbür dünyaya göçmeden, değer olunamıyor. İllâki, bir daha çizemeyecek şekilde, tamamen yok olmanız gerekiyor. Ama olsun, arkanızda değerli birşeyler bırakmak ta iyidir. Bahsettiğim bu gibi meziyetler, daha çocukken veriliyor insana. Her ebeveyn, çocuğuna bu gibi donanımları vermek için mutlaka çabalıyordur, en azından benim yetiştiğim dönemde bu böyleydi. Ama, herşey onların vermesi değil çocuğun da almasıyla ilgili. Zorla hiçbir şey yaptıramazsınız. Çünkü artık ” çevre ” denen, teknoloji denen bir canavar, sizin bile üzerinize çıkıp, etkin olabiliyor onların yaşamında. Değil meyvenin canının yanması, arkadaşının, kapıya sıkışan parmağı bile etkilemiyor zamane çocuklarını. Dün akşam televizyon izlerken, İngilterede, on yaşından küçük çocuklara, iphone, bilgisayar, mobil telefonun, değil kullanımı, yakınlarında bulunması, aynı ortamda şarj edilmesi bile, kanunen yasak edildi. Düşünün Türkiyede böyle birşey yapsanız, önce üretici, ithalatçı, sonra ana-babalar karşı çıkar eminim. O teknolojiyi büyük bir ustalıkla kullana çocuk, çamurdan figür yapmasını, bezden bebek dikmesini, kısacası yaratıcı olmayı, bilemeden büyüyecek, hem de kendi sonunu hazırlarcasına. Ama olsun, herkes onun elinde o aletleri görünce büyük bir imrenle bakacak, arkadaşlarının yanında prestiji artacak ya. Anne-baba, restoranda nasıl rahat yemek yiyecek, çocuk vızır vızır birşey isterken, soru sorarken, sağa sola koşup dururken, en iyisi ona taşınabilir DVD oynatıcıyı açmak, o da yemek mi yiyor, farkında olmadan ağzına birşey mi tıkılıyor, önemli değil. Bizim çocuklar büyürken kulakları çınlasın, doktorumuz İnci Tansal, değil oyuncakla avutarak ağzına lokma tıkmayı, film, televizyon, oyun oynayarak yemek yedirmeyi bile yasaklamıştı. Çocuk, yemek saatini, yemeğin ne olduğunu, ona neden ihtiyacı olduğunu, dahası; yemeğin tadına varmalı yerken, yemezse, yemesi gereken zaman gelir, o zaman yedirirsin.” Demişti. Yoksa farkına varmadan adam olunmaz. Yemek saati; masada oturulur, yemek yenir, oyun saati; bahçeye çıkılır, parka gidilir, oyun oynanır. Parkta yemek yenmez, bisikletin üzerinde arkasından koşarak zoraki lokmalar boğazına tıkılmaz. Kısacası, her yaptığı işin farkına, değerini bilerek, tadını çıkararak, yapmalı, öğrenmeli. Siz onu doysun, gelişsin, büyüsün, yararlansın diye besliyorsunuz. Yedirebildiniz diye, kendinizi ödüllendirmek, onu büyütmek için, bir görevden daha zaferle çıkmak için değil. Lokmaları uçağa bindirmeden, kuşu kaşığa yerleştirmeden, treni kaçırmadan, köfteleri ağlatmadan yedirmeye bakın. Onun yemek olduğunu, ona büyümesinde faydası olduğunu anlatarak. Hazırlık esnasında yardım ettirin. Birlikte hazırlayın, yoğumasına, karıştırmasına, mıncıklamasına, döküp, saçmasına, kirletmesine izin verin. Arada tadına baktırın, ne ilave edelim deyip, fikrini alın. ” Şimdi sen aşçı oldun, ben karnı aç müşteri, doyur beni” deyin, açın ağzınızı yedirtin kendinizi. Onu büyütün, büyük gibi davranın. Bakın bakalım, ne emeklerle hazırladığınız dengeli yiyecek, gerçekten yenebilecek kadar leziz mi?Bu örnekler sadece yemekle sınırlı değil elbette, ama benim gözlemlediğim en büyük sorun yemek yedirmekte çocuklara, o bakımdan bu örneği seçtim. Aslında; oyun oynarken, yolda yürürken, evi, odasını temizlerken, daha büyüdüğünde ödev yaparken, onu hayata hazırlarken de birçok kez sorunlarla karşılaşılıyor. Çünkü ana-baba, kendi çocukluklarını unutup, ondan kapasitesinin üzerinde de görev bekleyebiliyorlar bazen. Siz sevmediğiniz bir yiyeceği yemeniz beklenirken ne yapardınız düşündünüz mü hiç? Nerelere saklar, anne yok olunca, hemen nasıl nereye atardınız, ya da dolabın içine katlamadan nasıl da atardınız giysilerinizi, çünkü yardımsız gerçekten de zordu bütün bu işler. Anne de yapıyordu nasılsa, siz yapsanız da yapmasanız da. Ona meslek seçerken de, olmak isteyip olamadığınız değil, onun ne istediğine, neye yeteneği olduğuna dikkat sarfederseniz, daha başarılı olur hayatında kesinlikle. Komşunun kızı oldu diye kimya mühendisi olacak, Ahmet beyin oğlu seçti diye doktor olacak hali yok. Resasamlık ta, heykeltraşlık ta, öğretmenlik te, şarkıcılık ta, oyuncukuk ta, çöpçülük te, birer meslektir unutmayın. Gözünün içine bakın onun, derin derin, bir daha bir daha bakın, orada, o derinliklerde herşey gizli, keşfedin diye bekliyor sizi. Empati kurun, yürekten sevin, sarılın sımsıkı, dokunun, okşayın, öpün içinize çekerek o şeffaf, mis gibi, hala bebek kokan teni. Zaman gelecek bulamayacaksınız yanınızda, öpmek koklamak için. Çok arayacaksınız, çok zaman kaybettiğinizin farkına varacak, üzüleceksiniz. Ama o artık kendi ayakları üzerinde, kendi hayatını yaşıyor, sizi eğer örnek almışsa, hep yanınızda, bir telefon, bir MSN kadar uzağınızda olacak. Ama artık sadece sesini duyabilecek, ona dokunamayacaksınız. Hayat bu, gerçek bu, olması gereken bu. Keşke fırsat varken değerlendirebilseydiniz. Yoksa kesinlikle bu kadar yanarak özlemezdiniz, daha kolay katlanabilirdiniz uzaktalığına. Ben sanatımı anlatırken öğrencilerime hep bu yolları izliyor, onların eskiden öğrenmiş oldukları bilgileri, bir kenara bırakıp, benim o anda anlattıklarıma, gösterdiklerime konsantre olmalarını sağlıyorum. İşledikleri konu olmalarını öğretiyorum. Suya yayılan şişman bir tekne, tadından çatlamış nar, boynunu bükmüş bir lale, poz vermekten yorulmuş bir model, çoşup kabarmış bir dalga olmalarını sağlıyorum. ” Uzaktan davulun sesi hoş gelir der” büyükler, gerçekten de siz ” O” olmadan, empati kurmadan kesinlikle sanat yapamazsınız. Ürünler veremezsiniz, kalıcı olamazsınız, ” SİZ” olamazsınız. Ne iş yaparsanız yapın, ona ruh katın, olmuyorsa, erteleyin, öz vermeyi öğrenin, çabalayın, yaratıcılığınızı zorlayın. Göreceksiniz, hepsinden daha iyi sonuç alacaksınız.